AYAZDA BİR YÜREK
Çocuk ve anne çığlıklarının dili evrenseldir.
Celalabad yakınlarında Nuristan Milli Parkı içinde Mirzagi Köyü. Kunar Nehri çok uzak değil. Köy hemen orman kıyısında bir yamaca yerleşmiş. Önünde tarlalar uzanıyor, nehre kadar. Bir kez daha bahar geliyor. Narges her gün okuluna gidiyor. Babası hayvancılık ve çiftçilikle uğraşıyor. Annesi ev işleri dışında babasına yardım ediyor. O en çok kuzuları seviyor. Akşam koyunların koşarak ağıla gelmesi, kuzularla buluşmanın kargaşası ve meleşmeler onu sevinçten çıldırtıyor. Kısa bir süre sonra sessizlik…Sonra annesi kuzuları ayırıp ağılda kendi bölümlerine kapatıp sağıyor koyunları, ahırın loş ışığında. Kuzuları yakalayıp koklardı Narges, süt kokan ağızlarını severdi, kucaklar öperdi onları. Günler geçtikçe Narges'e alışır koşuşturup durmazlardı oradan oraya ağılın içinde. Gaz lambası ışığında yer sofrasında akşam yemeklerini yer, sonra çekilir odanın köşesine ödevlerini yapardı. Bazen uyurdu yer minderine kıvrılarak. Annesi fark ettiğinde yavaşça kaldırır yatağına götürürdü.
O akşam yine uyumuştu minderinde. Bu defa annesinin sevecen dokunuşlarıyla değil, alacaklı gibi çalınan kapının sesiyle uyanmıştı. Babası hızla kapıya yöneldi, gelenler köy muhtarı ve bir grup askerdi. Kapanan kapı arkasından duyduğu heyecanlı konuşmalar hiç hoşuna gitmedi, koşup annesinin beline sarıldı. Annesi saçını okşadı. Babası eve döndüğünde bir süre sessizlik oldu. “Yarın askere katılmamı istiyorlar, zorla üç gün izin alabildim” dedi. Üç gün deli gibi çalıştı evde, bahçede, tarlada yapılması gereken işlerin çoğunu yaptı babası. Annesi yardım etti ona, en güzel yemekleri yaptı. Dördüncü günün sabahında sırtında küçük bir çanta... Kucakladı kızını sarıldı, öptü, kokladı. Sonra karısına sarıldı “Döneceğim” dedi ve koşarcasına gitti. Sanki arkasına baksa gidemeyecekmiş gibi dönmedi, bakmadı, bakamadı... Köyden daha önce askerliğini yapmış, yaşı elliden küçük otuza yakın erkek otobüse doluşup gitti.
Artık her şey daha zordu Narges ve annesi için. Bazı günler okula gitmek istemiyor, annesine yardım için kalıyordu. Yaz tatilinde artık hep annesiyle birlikteydi. Köylerine silahlı adamlar geldi, yiyeceklerini, hayvanlarını götürdü. Sonbaharda okulların açılacağı sırada öğretmenleri gelmedi, geleceğine dair bir işaret de yoktu. Köyde kalan aileler imece yöntemiyle ürünlerini hasat etti. Narges okul arkadaşlarıyla birlikte kâh çalıştı kâh eğlendi. Ürünlerin önemli bir kısmını silahlı adamlar götürdü. Annesi bu duruma çok üzüldü. Bazı köylüler Celalabad’a taşındı. Babasından haber bekledi Narges ve annesi, günlerce. Kış yaklaşırken birkaç baş koyunları kalmıştı. Annesi ambardaki erzakın kışı çıkarmaya yetmeyeceğini söyleyip ağlıyordu. İkisi birlikte yatıyor, sıkı sıkı sarılarak uyuyorlardı. Derken... Kalan koyunları da sattılar, erzaklarını ve gerekli eşyaları yanlarına alarak dedesi ve halasıyla Celalabad’a göç ettiler. Orada köylülerine, akrabalarına yakın iki göz odalı derme çatma bir eve sığındılar. Sokaklarda silahlı tuhaf giysili adamlar dolaşıyordu. Bazı günler iş bulabildi annesi, karınlarını doyurabildiler. Sonra askerler dolaşmaya başladı, annesi “Bunlar bizim askerlerimiz değil” diyordu. Çoğu gün sokağa bile çıkamadılar. Yardımlarla yaşamaya çalıştılar.
Bir akşam havanın kararmasından da yararlanarak annesiyle gizlice komşularının evine gittiler. Orada köyün ileri gelenleri göçten söz ediyordu, Pakistan’a sığınacaklardı. Daha önce askerden emekli olmuş Abdul Amca yolu biliyordu, önderlik edecekti. Ertesi gece dedesinin yattığı odadan ağlama sesleri duydu Narges. Dedesi kalp krizi geçirmiş ölmüştü. İlk defa bir yakınının ölümüne şahit oluyordu. Dedesini bir daha göremeyeceğine üzüldü, o da ağladı. Konu komşu sade bir törenle defnettiler adamcağızı hemen yakındaki mezarlığa. Narges onları evlerinin penceresinden izledi.
Bir sabah hazırlandılar, yola çıkmak üzere. Önce köylerine doğru yol alacaklardı. Sırtına bir battaniye, birkaç giysi bağladı Narges’in annesi kolonla, biraz da azık. Zorda kalırsa Narges’i alırdı sırtına. On beş kişiydiler. Bebekler de vardı grupta. Gün boyu yürüdüler, uzaktan köylerini gördüler. El salladı Narges. Kunar Nehri’ni geçtiler tahta köprüden. Sınıra yaklaşmak için havanın kararmasını beklediler. “Benden başka hiç kimsenin sesi çıkmayacak” dedi Abdul Amca. Yemek molası verdiler bir dere yatağında. Karanlıkta yola çıktılar. Annesinin elini bırakmadı Narges. Ay hilaldi bu gece, hafif rüzgâr yükseldikçe arttı. İliklerine kadar hissettiler. Zaman zaman oturup beklediler dinlediler, rüzgâr sesinden başka bir şey duyamadılar. “Sınıra yaklaştık, daha sessiz” dedi. Bir bebek sesi duyuldu yakından. Anne susturdu bebeği, yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler… Saatler sonra bir kaya dibinde durdular sessiz. “Sınırı geçtik” dedi Abdul Amca. Narges annesinin kucağında, annesiyle bütünleşmişti. Kalpleri bir çarpıyordu, ayazda bir yürek... Bebeğin annesi “Bebeğim ağlamıyor, nefes almıyor” dedi ve hıçkırıklara boğuldu. Sarıldı yavrusuna sıkı sıkı. Annesi battaniye arasına bağladı sırtına Narges’i, yürüdüler sabaha kadar. Sabahın ilk ışıklarıyla durdular, yükselen güneşle ısındılar biraz.
Öğleye doğru bir Pakistan köyüne vardılar. Orada su ve yiyecek buldular. Bebeği defnettiler birlikte. Askerler geldi, onları Peşaver yakınlarında çadırdan bir kampa götürdüler. Narges, annesi, halası bir çadırı paylaştı. Giyecek verdiler, yiyecek verdiler. Birkaç gün sonra bir çadır okuluna başladı Narges. Yeni arkadaşları oldu orada. Çadır komşuları oldu, kimisi tanıdık...
*
Mariupol, Azak Denizi kıyısında orta büyüklükte bir şehir. Larisa burada yaşıyor anne babasıyla. Annesi öğretmen, babası bir şirkette muhasebeci. Şehrin hemen yakınında bir sitede oturuyorlar. Yüzme havuzu, özel güvenliği olan bir sitede iki katlı evleri var. Annesiyle birlikte aynı okula gidiyorlar. Sabah kahvaltı sonrası arabalarına binip birkaç kilometre uzaklıktaki okullarına gidip öğleden sonra evlerine dönüyorlar. Larisa’nın odası üst katta, oyun parkına bakıyor. Arkadaşlarını orada görünce annesinden izin alıp hemen koşup gidiyor. Parkta çok eğleniyor. Babası geldiğinde o da dönüyor eve, yemek vakti. Bir kedileri var, Micho. Henüz bir yaşında ve çok oyuncu. Yemek sonrası odasında ödevini yapıyor Larisa, bazen annesinden, bazen babasından yardım istiyor. Yatma vaktini annesi hatırlatıyor. Hafta sonları sinemaya, tiyatroya gidiyorlar birlikte. En çok pizza yemeyi seviyor Larisa.
Kışın son günleri ama hâlâ soğuk, arada güneşli günler de oluyor. Bademler çiçek açtı açacak. Her gün televizyonda büyük komşu sınırında askeri hareketlilik olduğu haberleri veriliyor. Bazı ülkeler saldırı olacağından söz edilse de yöneticiler buna ihtimal vermiyor. Babası “Neden savaş olsun, biz kardeş milletleriz” diyor. Arkadaşları savaş olacak diyor, anlamıyor Larisa, “Neden, niçin?” diye soruyor, “Bilgisayar oyunlarındaki gibi mi?” diye ekliyor. Neredeyse bir ay bu sorgulama sürüyor ve sonunda gerçek oluyor. Doğudan, kuzeyden, güneyden dünyanın en güçlü ordularından biri saldırıyor. Direniş haberlerini duyuyor televizyondan. Doğudan ve batıdan işgalci askerler Mariupol’a yaklaşıyor. Gemiler denizden kuşatmış. Geceleri sirenler çalıyor, koşarak sitenin sığınağına gidiyorlar. Larisa soruyor “Neden anne, niçin gidiyoruz?!.”. “Havai fişek gösterisi oluyor” diyor annesi. “Neden durup izlemiyoruz anne?” diye soruyor Larisa. Cevapsız kalıyor soruları. Sabaha kadar oradalar, sonra evlerine dönüyorlar.
Babası “Henüz trenler çalışıyorken gidelim buradan, ortalık karışacak” diyor. Okullar, bazı işyerleri kapanıyor. Bavullarını hazırlayıp, ertesi gün ilk trenle Kiev’e hareket ediyorlar. Micho da yanlarında. Kiev treninde koridorlar bile dolu. Gün boyu gidiyorlar. Hava karardıktan sonra varıyorlar Kiev’e. Bir akrabalarının evine misafir oluyorlar. Ev sahibi Roland Amca ile tartışıyor babası. Roland Amca “Gitmemelisin diyor, savunmalıyız ülkemizi. Bak biz Kiev’de bir sürü barikat yaptık, eğitim aldık, silahlandık, bekliyoruz”. Babasının amacı Lviv’e gitmek. Ertesi akşam için bilet bulabiliyorlar. Tren tıklım tıkış dolu. Bir gece daha yol gidip sabaha doğru ulaşıyorlar Lviv’e. Sınırda ayrılık vakti. Larisa ve annesi Polonya’ya gidecek, babası Mariupol’a geri dönecek. Larisa hâlâ anlamlandıramıyor. Neden havai fişek gösterilerinden sonra evlerini, okulunu terk ettiler? Neden başka bir ülkeye gidiyorlar? Babası neden dönüyor? Sınırda öpüşüp koklaşıyor, ayrılıyorlar babasından. Kuyrukta saatlerce bekliyorlar. Binlerce Ukraynalı Polonya’ya geçmeye çalışıyor. Hava soğuk ürperiyor Larisa, sokuluyor annesine, sarılıyor Micho'yla birlikte. Tek yürek oluyorlar ayazda. Saatlerce bekliyorlar kuyrukta, babası el sallıyor uzaktan. Sonra gözden kayboluyor. Annesi ağlıyor, Larisa da…
Polonya tarafında bindikleri otobüs onları bir öğrenci yurduna götürüyor, bir odaya yerleşiyorlar. Burası üç öğün yemeğin verildiği temiz, bakımlı bir yer. Arkadaşlar ediniyor, hepsi ülkesinden. Çok geçmeden okula başlıyor Larisa, annesi de öğretmen olarak görevli aynı okulda. İlk ay hemen her gün haber alıyorlar babasından sonra aylarca haber yok. Annesi kaygılı Larisa’nın. Ağlıyor eşi ve ülkesi için, Larisa da…
*
Köyümüz Potocari, Bosna Hersek’te Srebrenitsa sınırları içinde büyükçe bir köy. Adım Emina, burada doğdum. Benden üç yaş küçük erkek kardeşim Mirza, annem, babamla birlikte bahçeli iki katlı bir evde yaşıyoruz. Akrabalarımız ve komşularımızla mutluyuz mahallemizde. Bahçemizde tavuklarımız, kazlarımız var. Yumurta toplamayı seviyorum. Bazen tavuklarımız folluklarına değil otlar arasına yumurtluyor, onları arayıp buluyorum. Mirza ve köpeğimiz Poti ardım sıra koşuyor. Bu yıl okula başladım, okuma yazma öğrendim, öğretmenimi çok seviyorum. Okullar kapandı, arkadaşlarımı ve öğretmenimi şimdiden özledim.
Birkaç aydır televizyonda çatışma haberleri veriliyor. Sarajevo’da tepelere askeri birliklerin yerleştiği bildiriliyor. Babam dikkatle izliyor televizyonu, çok endişeli. Bazı akşamlar arkadaşlarıyla buluşuyor, eve geldiğinde çok sinirli oluyor. Anneme dikkatli olmasını yalnız başına bir yere gitmemesini söylüyor. Annem “Yıllardır komşuyuz, aynı köylüyüz, merak etme sen” diyor.
Günler sonra bir gece babam eve silahlı geliyor. Annem çok telaşlanıyor, babamla tartışıyorlar. Babam “Senin bildiğin gibi değil hanım, adamlar bizden çok önce silahlanmışlar” diye savunuyor kendini. Artık köyümüzde geceleri silah sesleri duyulmaya başladı. Silah seslerinden sonra Poti havlıyor, hiç susmuyor. Komşumuzun oğlunun gece kahveden dönerken vurulduğunu öğrendik. Her geçen gün ölüm ve yaralanma haberleri ardı ardına geldi. Babam artık evden, bahçeden dışarıya çıkmamıza izin vermiyor. Geceleri silahını alıp nöbet tutmaya gidiyor, sabaha karşı dönüyor eve.
Köyümüzde yabancı askerler görünüyor, herkes biraz rahatlıyor. Babam “Hollandalı askerler, Birleşmiş Milletler göndermiş” diyor. Günler sonra babam “Hanım askerler silahları topluyor ama ben saklayacağım, vermeyeceğim haberin olsun, sakın kimseye söyleme” diyor. Bana da sıkı sıkı tembih ediyor. İki gün sonra askerler babamı götürdü. O günden sonra bir daha babamdan haber alamadık.
Annem, kardeşim ve ben ormana sığındık. Bir çıkın hazırlamıştı annem, yiyecek ve giysi koymuştu içine. Babamın sakladığı silahı da almıştı yanına. Ormanda yüz kişi kadar olmuştuk. Poti evimizde kaldı. Çoğu kadın ve çocuklardan oluşan kafile daha güvenli bölgelere gitmek üzere harekete geçtik. Az sayıda genç ve orta yaşlı erkekler de vardı. Annem silahı onlardan tanıdığı birine verdi. Kardeşimi çoğu zaman sırtında taşıyor, yoruluyordu. Geceleri yürüyor, gündüzleri orman içinde kümeler halinde saklanıyorduk. Bazı geceler bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, orman içinde patikalarda bile balçıktan zor yürüyorduk. Birilerinin ayakkabı tabanları çamurda kalmış, yalın ayak yürüyordu. Sabaha karşı esen rüzgârla titriyorduk. Gündüzü ve güneşi bekliyor ısınıp kuruyorduk. Çocuk ve yaşlılar hastalanmaya başladı. Yolumuzun üzerindeki Boşnak köylerine uğrayıp onlardan yiyecek ve giyecek desteği alıyorduk. Bu köylerde de bizim yaşadıklarımıza benzer olaylar yaşanıyordu ve ertesi akşam konvoyumuza katılıyorlardı. Her gün biraz daha büyüyorduk. Bizi yöneten ve yönlendiren silahlı rehberlerimiz “Amacımız Tuzla’ya ulaşmak” diyordu. Bazı köylerden uzak duruyor, yaklaşmıyorduk. Konvoyumuz o kadar büyümüştü ki gruplara ayrılmak zorunda kaldık. Kuzeye doğru gittikçe öndeki gruplara saldırıldığını öğrendik, ölenler ve yaralananlar vardı. Artık çok daha dikkatli ilerliyor, gündüzleri saklanıyorduk. Hastalanıp ölen yaşlılar ve çocuklar orman içinde açılan mezarlara gömüldü. Mezarların üzeri taş ve ağaçlarla kapatıldı. Rehberlerimiz ormanda mayınlar olduğunu rastgele bir yerlere gitmememiz gerektiğini söylüyordu. Ben anlamadım ne demekti bu, ne olurdu, mayın neydi. Annem “Sen benim yanımdan ayrılma kızım” dedi. Güvenli patikaları kendilerinin bulup yol göstereceklerini söylüyorlardı.
Orman içinde yürüdüğümüz bir gece çok yakınımızdan silah sesleri duyuldu. Hemen ağaç diplerine saklandık. Rehberlerimiz onlarla savaştı. Sabah iki rehberimizin öldüğünü öğrendik. Gün ağarırken saklandığımız ağacın hemen yanında demirden bir şeyler buldum. “Anne bunlar ne” diye sordum. Annem “Mermi kızım, silahla bunlar atılıyor” dedi. Demek insanları öldüren demir parçaları bunlardı, kocaman şeylerdi. Hemen attım elimden. Elimi üzerime sürerek temizlemeye çalıştım. İğrendim, içim ürperdi. Anneme “Çocukları küçük kurşunla öldürürler değil mi anne” diye sordum. “Sen öyle şeyler düşünme yavrum” dedi. Gündüz oradan ayrılamadık. Yiyeceğimiz tükenmişti, grupta kalan yiyecekleri paylaştık.
Ertesi gece bitkin halde yine yola düştük. Rehberlerimiz “Bir iki güne kalmaz varırız Tuzla’ya” diyorlardı. Artık adım atacak takatim yoktu. Annem her ikimizi birden sırtına alamazdı. Dayanmalıydım ama çok zordu. Ormandan çıkmış, açık bir alandan geçiyorduk. Bir patlama sesiyle birlikte düştüm, göğsümde dayanılmaz bir acı duydum. Annem “Kızııım!!!” diye ünledi, üzerime kapandı. Mermiler tepemizde ıslık çalarken, midem bulandı, gözlerim karardı. Babam, arkadaşlarım, öğretmenim, tavuklarım, Poti geçti gözümün önünden. Son kez annemin çığlığıyla irkildim: “Eminaaaa, yavruuum!!!”
Artık uçabiliyordum, beyaz bir güvercindim. Birkaç gün annemi ve kardeşimi takip ettim. Onlar Nezuk’a vardıklarında artık güvendeydiler. Acıkmıyor, susamıyor, yorulmuyordum. Yükseldikçe yükseldim, bulutları aştım. Yüzlerce, binlerce, milyonlarca beyaz güvercin olduk Afganistan’dan, Suriye’den, Bosna Hersek’ten, Ukrayna’dan, Asya’dan, Avrupa’dan, Afrika’dan, Amerika’dan, Avustralya’dan tüm dünyadan. Uçtuk sonsuzluğa özgürce…
Nisan 2022