Şekerleme
Derme çatma bir evin yeşillikler arasında neredeyse kaybolup giden muhteşem verandasındaydı sedir. Eve sırtını verip uzanınca sol tarafta kalan denizi görmek için hiçbir engel yoktu. Altmış bilemedin yetmiş metre sonra incecik kumlu geniş sahil, sonra deniz... Ama deniz kimin umurunda? Verandada rengârenk çiçekler... İçlerinde bazıları var ki komşular yaşatamamış, Seher Anne’ninkilerse çoştukça coşmuş. Kokuları birbirine karışırken sedirde biraz kestirmek paha biçilemez. Kitap okumak ayrı bir keyif.
Karadeniz bazı sabahlar çarşaf gibi. Ankara’dan gelip de insan nasıl yüzmek istemez? İlle de bahçe, sadece sedir... Seher Anne’ye anlatmak zor, hava bozacak denize giremeden döneceğiz diye aklı çıkıyor.
Yüzmeye pek gitmem ama, sabahın ilk saatlerinde ya da gün batımında ıslandı ıslanacak kumların yanıbaşında toprak yolda, dalgaların kıyısında yürümeyi pek severim. Çocuklar öyle mi? Onlar için her yaşta ilginç; coşkulu, hoplanan, zıplanan, dalgaların içine dalınan deniz. Bir de babayla kuyular kazmak, kaleler yapmak en çok bu sahilde başarılı. Dede de yardım edince değmeyin keyiflerine. Bazı kum taneleri bırakmak istemez oyun arkadaşlarını. Bahçedeki çeşmede yıkansa da ayaklar, bacaklar nafile. O kumlar mutlaka içeri girer...
Sedirin yanındaki kocaman masa İtalyan filmlerindeki gibi coşkuyla donatılır. İstisnasız her gün her öğün... Henüz toplanmış mis kokulu salatalık, domates ve biberi ince ince doğrayıp nane, maydanoz, rokayla salatada buluşturmak Şeref Baba’nın işi. Aynı özenle hazırladığı menemen de tek kelimeyle efsane. Seher Anne’nin yemekleri onunkiler kadar masum değil doğrusu. Haksızlık etmeyelim zeytinyağlı sebzeler bolca geliyor sofraya ama ya diğerleri? Kahvaltıda başlıyor; hem su böreği hem cızlak. Şimdilerde krep dediğimiz peynirle ayrı güzel, reçelle başka lezzet, şu bizi bir tuzlu bir tatlı yedikçe yedirten cızlak. Öğlende mantılar, içli köfteler, beş çayında kekler, haşhaşlılar, akşama doğru illa ki mangal.
Sedire ilk uzanıştan yedi yıl sonra evin yeri değişti. Sedirin yerini önce yeni ahşap sedir sonra kocaman minderli demir salıncak aldı. Bu arada yeni bahçe kısa sürede eskisini aratmaz hale geldi. Tek kusuru demir salıncak olsun deyip büyükler hevesini alana kadar sedirin yokluğuna ses etmiyoruz. Biraz da o çiçeklerin hatırına... Ellerinden diyor komşular, ne ekseler dallanıp budaklanıyor, rengârenk açıyor. Hatta Samsun’un ilk begonvili de o bahçede. Bebek gibi baktılar, ilk yıllarda kışları sarıp sarmaladılar. Şimdi kocaman bir ağaç. Çiçekçiler sırrını sormaya geliyor, onlar üretemiyor, bizimkiler çoğaltıp eşe dosta dağıtıyor.
Tarımda da sınır tanımıyor Seher Anne, yeter ki tohumunu bulsun. Şeftali, elma, üzüm, dut ağaçlarına hemen mandalina, kivi, hurma ekledi. Altın çileği denedi. Lahana, pazı, ıspanağı saymaya gerek yok. Patates ve balkabağında rekolte her yıl artarak devam ederken, toprağa deymeden çilek üretimi de gayet başarılı.
Salıncakta şekerleme yapıyorsanız uyanışınız her zaman kendiliğinden olmayabilir. Tak-tuk sesler çalınırsa kulağınıza şehirden Hüseyin Dayı gelmiştir, Doğu’yla yonttukları ahşap kılıçlarla düello yapıyorlardır. Sibel Abla da gelmiştir. Sesleri çıkmadığına göre Öykü'yle kuaförcülük oynuyorlardır.
Bazen de akşamüstüdür. Mangalda yeni tutuşmaya başlamış odunların kokusu uyandırır sizi. Doğu da hemen dedesinin yanındadır. Önceleri babaanne “Hadi Doğu’ya mangal yak dedesi” diye başlardı cümleye. İki oğul, üç erkek torundan sonra Öykümüz eklenince aileye, mangal ikisine yakılır oldu. Odun ateşi kokusuna közlenmiş patlıcan, domates, et ya da balık bazen de tavuk kokuları eklenir, en son köze patatesler gömülür. Her öğün muhteşemdir ama, akşam sofraları ayrı coşkuludur, uzadıkça uzar; karpuzlar, kahveler derken çay faslı başlar.
Seher Anne çayın yanına ikram etmek için alternatifler sorar. Sorar diyorum, ama bu yazıyı yirmi yıl önce yazıyor olsaydım getirir derdim. Yirmi beş yılda pek içine sinmese de bazı şeyleri yalvar yakar biraz değiştirebildik sanırım. Keyifli tecrübeler olmasa da diz ve bel tedavilerinden sonra; hepimizin yemek istediğimizi çekinmeden kalkıp alabileceğimizi, boşalan bardakları oğullarının hatta torunlarının doldurabileceğini benimsetmeyi başardık.
Bahçede sabahın ilk saatleri yazın en sıcak gününde bile serindir. Çimler, dallar çiğ taneleriyle daha parlak, daha yeşil. Hele biz karasaldan gelenlere göre hava zaten hep nemli... Bazen de doğrudan yağmurla başlarız güne. Damlalar hiçbir yerde böylesi bir melodiyle dans etmez. Her farklı ağaçta, yaprakta ayrı bir nota... Gündüz cıvıltısı eksilmeyen kuşlar, gece yerlerini tostoslara bırakınca melodi bozulur. Verandada gecenin istenmeyen diğer konukları da sivrisineklerdir. Fesleğenler sıralanır, kahveler tütsülenir ama yine de bulurlar bizi. Giyinmek de fayda etmez; çorabın, pantolunun üstünden bile ısırırlar.
Tostoslar susunca sıra dondurmacıya gelir. Arabasıyla yaklaşırken müzik ve anons öyle gürültülüdür ki, başka bir şey satsa sopayla kovalayabilirsiniz adamı. Ama balkaymak bu; her gece dörtgözle beklenir. Bir sonraki geceye kadar çocuklar gündüz de yesin diye stoklanır.
Öyle dolu dolu ki yazlık günleri; sedirden başladım, bir gece bir gündüz dolandım durdum verandada, bahçede biraz da kumsalda. Fark ettim ki içerisi çok ferah olsa da uyku, yemek hazırlığı, özbakım hariç neredeyse hiç girmiyormuşuz evimize.
Baba oğul tavla; bir yazlık klasiği. O da tabii ki verandada. Kocaman masada sadece yemek mi yeniyor sandınız? Öğünler harici her daim birkaç bilgisayar, taslak çizimler, bazen örgü ipleri, bazen kart oyunları, kimi zaman da babaanne ve dedeyle okey keyfi.
Masa hep böyle kalabalıkken, sanmayın ki salıncak ara sıra boş kalır. Sedirin sefasını zamanında çokça sürsem de salıncak için durum pek aynı değildir. Oğlum yattı mı kalkmaz, kızım daha da beter, yatanı kaldırana kadar rahat bırakmaz. Eşim, tereddütsüz paylaşır.
Uzun ya da kısa kalmışız fark etmez, bu keyifli günler hiçbirimize yetmez.
Sedirde şekerleme misali...