ŞEYLERİN ÖYKÜSÜ 1: BÜFE
Anadolu’nun ortasında, bozkırda, iki tepe arasındaki vadiye yerleşmiş bir köy. Köyün girişinde eski taş mektep, hemen sağındaki tepede yeni açılan yetiştirme yurdu. Geniş bahçesinde tazecik fidanlar, neşeyle koşuşan yanık tenli çocuklar.
Yetiştirme yurdunun marangoz atölyesinde genç bir öğretmen, öğrencilerini etrafına toplamış, hep birlikte keresteleri biçiyor, zımparalıyor, rendeliyor, onlara marangozluk zanaatının inceliklerini öğretiyordu. Yakında evlenecekti. Mesai dışında boş zamanlarında, ileride ailesiyle birlikte ömür boyu kullanacağı, evinin en temel, en kıymetli eşyalarını yapmakla uğraşıyordu. Bunun için en iyisinden, kendi parasıyla aldığı malzemeleri, hiç acımadan, yeter ki öğrensinler diyerek köyün ve yurdun hevesli çocuklarının eline teslim etmekten çekinmemişti. Uygulayarak, yaparak öğrenmenin faydasını biliyordu. Yıllarca kendi de "İş için, iş içinde, işle eğitim" ilkesiyle yetişmişti. Bir köşede karyolanın iskeleti, diğer tarafta açılır kapanır bir yemek masası bekliyor, öğrencileriyle birlikte keyifle çalışıyordu. Bir çocuğa rafları yerleştirmeyi gösterirken, diğerine kapı menteşelerini taktırıyor, bir başkasına sürgülü cam kapakları kirişlere koymanın inceliklerini öğretiyordu. Sonunda iş bitti, büfe ortaya çıktı, cilalandı, parladı. Cilalanınca açık sütlü kahverengi ceviz ağacının damarlı desenleri daha da göz alıcı bir hale bürünmüş, pırıl pırıl parlıyordu. Üstteki camlı bölme ayrı bir güzellik katıyor, alttaki kapaklar hiç gıcırdamadan kolayca açılıveriyordu. Atölyedeki mobilyalar arasında en göz alıcı parça oydu.
Birkaç ay sonra genç öğretmen evlenip, köyden ayrıldı. Eşi Ankara Körler Okulu'na tayin olmuş, o da Ankara Bahçelievler’deki yedek subay okulunda askerlik görevine başlamıştı. Yeni kurulan Bahçelievler’i çok sevdiler, burada çocuklarını güvenle ve huzurla büyütebileceklerini düşünerek, iki katlı bir evin alt katına taşındılar. Odalardan birine kendi elinden çıkmış yatağı ve gardırobu, salona da büfeyi, masayı, sehpaları yerleştirdiler.
Büfe başköşeye kurulmuş, evin gözbebeği olmuştu. Kilitli alt kısmında kitaplar, camlı vitrin kısmında da güzelim porselen fincanlar ve tabaklar yerini almıştı. Eyüp Sabri Tuncer'in limon kolonyası ve kapaklı gümüş kâse içinde akide şekerleri de bir köşede misafirleri gözlüyordu.
Evde olan biten her şeyden haberi oluyor, gözünden hiçbir şey kaçmıyordu.
Bir süre sonra ailenin ilk çocuğu yani ben arzı endam ettim. Biraz büyüyüp ayaklanınca büfenin etrafından ayrılmaz oldum. Boyum erişince radyoyu kurcalamayı, kilitli alt dolabı açıp kitapları karıştırmayı, cam vitrindeki fincanlarla oynamayı pek sevdim. Misafirlere kolonya ve şeker tutmayı görev bildim. Bir zaman sonra kardeşim dünyaya gelince, onu oyalamak için büfenin çevresinde koşuşturmak, saklambaç ve evcilik oynamak da eklendi görevlerime. Eve gelen giden eksik olmazdı. Hastalık, askerlik, tayin gibi işler nedeniyle Ankara'ya gelen hısım, akraba ve yakınlar misafir edilir, Allah ne verdiyse sofrada paylaşılırdı. Kalabalık günlerde salonda büfenin karşısındaki sağlam yemek masası açılıp etrafında toplanılırdı. Oturma odasındaki daha sade, küçük, mütevazı, kalender yemek masası ise ders çalışmak, biçki yapmak, sarma sarmak, tavla oynamak için kullanılırdı.
Yıllar geçtikçe çocuklar büyüdü, mahalle değişti. O güzelim bahçeli evler yıkılıyor, yerlerini sevimsiz beton apartmanlara bırakıyordu. Kaloriferli bir eve sahip olmayı istemek doğaldı tabii, hele kiracıysan. Tıp fakültesini kazandığım sene, köşedeki arsaya yapılan apartmana temelden girildi. İki sene sonra da taşınıldı. Büfe alt kattan, ikinci kata terfi etmişti etmesine de, koca salonda onu koyacak bir yer bulunamamıştı. Gene de pek fena değildi yeni yeri. Anneannemin kışları kaldığı, köşedeki balkonlu, aydınlık odanın bir köşesindeydi artık. Anneannem onu pek sever, eşyalarını raflarına yerleştirir, sık sık tozunu alır, gözü gibi bakardı. Yazları oda arkadaşı memlekete gittiği için büfe yalnız kalsa da ara sıra balkon keyfi için odaya girip çıkanlar, üstüne nevalelerini koyar, etrafı hareketlendirirdi. O zaman bizimki kulak kesilir balkonda çay içenlerin sohbetlerini kaçırmaz, olup bitenleri öğrenirdi.
Zaman akıp gidiyordu. Biz okullarımızı bitirdik, evlendik, kendi evlerimizi kurduk, ondan uzaklaştık.
Babamız erkenden bu dünyayı terk edince, annem yalnız kaldı. Ev sessizleşti, gelen giden azaldı. Hele büfemizin olduğu odaya uğrayan bile kalmamıştı. Ah nerede o eski cıvıl cıvıl, neşeli günler...
Annemin umudu, ilk torununun üniversiteyi Ankara’da okuması, onunla birlikte eski düzenini sürdürmek, evinin yeniden şenlenmesiydi. Ama delikanlı, İstanbul’da okumaya heves edince, tek başına kalamadı. Evini bozdu, anılarla yüklü eşyaları sevdiklerine dağıttı.
Büfemizden vazgeçemedik tabii... Kardeşimin birkaç katlı evinin çatı katında bir köşe bulmuştu kendine. Yalnız sayılmazdı, yan ve karşı duvarında tıklım tıklım dolu upuzun kitaplıklar, yanı başında eniştemizin ailesinden kalma bir döküm soba, oymalı iki koltuk ve artık hiç kullanılmayan bir radyo vardı. Gözden pek uzaktı, neyse ki evin hanımı ve beyi kitap okumayı pek sever, çok sık olmasa da gelip karşısındaki koltuklarda otururdu. Bazen yatılı misafir gelince geceleri yere serilen yer yatağında konukları olur, onların nefes alışı bile yalnızlığını azalttığı için sevinirdi.
Yıllar geçiyordu.
Hayaller kuruluyor, kimi gerçekleşiyor kimi unutulup gidiyordu. Ama baba hatırası büfe gözden uzak olsa da gönülden ırak değildi. O da bunu biliyor, eskisi gibi parıldayacağı günleri bekliyordu.
Kızlar, enişteler, kuzenler, çocuklar, torunlar bir düş kurdular. Kolları sıvadılar, önce kafalarında sonra kâğıt üstünde tasarladılar, ölçüp biçtiler, uyguladılar ve özlenen şey gerçekleşti. Bir vakıf, bir kütüphane ve bir müze kuruldu.
Genç öğretmenin usta elleriyle yaptığı, o sağlam büfe yıllar sonra iyi bir marangoza teslim edilip elden geçirildi. Yıllarca evlerinde konuk olduğu ailenin öyküsünün anlatıldığı odaya özenle yerleştirildi.
O yalnız değil artık. Cin Ali Müzesi’nin en anlamlı köşesinde, korunaklı bir vitrinin içinde, yan duvarlara yerleşmiş eski dostlarıyla bakışarak, sonsuza kadar yaşayacağa benziyor.
1 Eylül 2020