ŞİMDİ SAAT KAÇ
Gece boyu gürül gürül yanan soba soğumaya yüz tutmuştu. Yün yorganıma sarınmış ısınmaya çalışıyordum. Sabaha dek gözüme uyku girmemişti.
Uyur uyanık yatağımın içinde dönerken dedemin ayak seslerini işittim. Kendinden emin bu adımları nerede olsa tanırdım. Birçok kez Çankaya’dan Kızılay’a, Aydınlıkevler’den Ulus’a, Ulus’tan Kızılay’a birlikte yürümüştük. Ayaklarımı sürüdüğüm için ara sıra azar bile işitmişimdir. Hep ayaklarımı kaldırarak yürümemi ve geride kalmamamı isterdi. “Sen mi 70 yaşındasın yoksa ben mi?” diye şakalaşırdı.
İçeriden gelen seslerden sobanın kapağının açıldığını, küller arasında kalan korun maşayla karıştırıldığını ve teneke içinde önceden hazırlanan kömürün sobanın haznesine döküldüğünü anladım. Yatakta debelenmekten vazgeçip kalktım. Annemin el emeği saç örgülü yün hırkamı giydim, ekose kumaş terliklerimi ayağıma geçirip oturma odasına yürüdüm.
Henüz gün doğmamıştı. Dedem beni her zamankinden daha erken karşısında görünce biraz şaşırdı.
- Hayrola Emre? Günaydın.
- Günaydın dede.
- Ne oldu yavrum uyuyamadın mı?
- Bu gece pek uyku tutmadı. Ben de erkenden kalktım.
- Bir derdin mi var oğlum?
- Evet dede. Vazifemi yapamadığım için huzursuzum. Öğretmenimiz bir ödev verdi ama ben hazırlayamadım.
- Benim çare bulabileceğim bir şeyse gel beraber yapalım. Okul vaktine daha çok var.
- Elbette yardım edebilirsin dede. Ödevim Atatürk’le ilgili.
- Aaa o zaman biraz dur oğul. Sana yardım etmek isterim ama bildiğim her şeyi anlatamam. Bizler Kur’an’a el bastık. Bazı şeyler benimle beraber mezara gidecek. Her sualine cevap veremeyebilirim.
- Biliyorsun dede, bugün 10 Kasım. Öğretmenimiz 10 Kasım’la ilgili bir yazı veya şiir hazırlayın dedi. Her yıl aynı şeyler yazılıyor, okunuyor. Ben farklı bir şey hazırlamak istedim, bu sefer de hiçbir şey bulamadım, ödevimi yapamadım. Sen Atatürk'ü gördün, tanıdın, onun şoförüydün, hatta son anlarında bile yanındaydın. Ne olur dedeciğim bana biraz Atatürk'ümüzü anlatsan...
- Gel bakalım şöyle karşıma otur... Derdini anladım oğlum.
Dedem ahşap kalın kolçaklı ve döşemesi pembe çiçek deseniyle süslü büyük koltuğunda yerini aldı. Koltukta sürekli duran gri şiltesine iyice yerleşti. Buruşuk elleriyle beyaz saçlarını geriye doğru düzeltti. Sehpadaki bardağından bir yudum su içti ve konuşmaya başladı:
- Hayatımın en zor gününü anlatmamı istedin. Tam kırk sene geçti ama daha dün gibi. Günlerden perşembeydi. Soğuk ve nemli, berbat bir İstanbul havasıydı. Olacakları biliyormuş gibi kara bulutlar Dolmabahçe’nin üzerinde toplanmıştı. Bizler Atatürk’ün kaldığı odanın kapısının önünde bekleşiyorduk.
-Sizler kim dede? Ne işiniz vardı orada?
-Bizler, Atatürk’e hizmet edenler. Şoförler, sofracılar, garsonlar, odacılar… Atatürk hasta olduğu için doğru dürüst işimiz yoktu. Onun sıhhatini merak ediyor, yeni malumat alabilmek için kapısında veyahut odasının bulunduğu koridorda bekleşiyorduk. Doktorları görünce sıhhatini soruyorduk. Sonra gürültü yapmamak için sessizce dağılıyor yahut koridorun sonunda kendi aramızda fısıldaşıyorduk.
-Dede Atatürk ne zaman hastalandı? Hayatını okuduğumda sanki ona bir şey olmayacak gibi gelmişti.
-Ahhh biz de... Kendi de... Ona bir şey olmayacak sanır, öyle yaşardık. O, büyük harpler kazanmış, kaç kere ölümden dönmüştü. İnkılapların biri bitmeden yenisini başlatmıştı. Bizim gözümüzde o ölümsüzdü.
-Ama hastalandı değil mi?
-İlk başta hastalığının üzerinde hiç durmadı. Biz de mühim bir şey değil diye düşündük. 1937 başlarında burun kanaması, halsizlik, kaşıntı gibi şikâyetleri oldu. Bunlar pek dikkate alınmadı. 1938 senesinin ilk aylarında Dr. Nihat Reşat siroz teşhisi koyana kadar, olayın ciddiyetini fark edemedik. Bu amansız karaciğer rahatsızlığını Türkiye’nin en iyi beş doktoru onu tekrar tekrar muayene ederek mart ayında katileştirdi.
-Başka doktorlar bulunsa Atatürk kurtulur muydu acaba?
-Bilemem, biraz da Allah’ın işi bu. Yakın muhitindekiler de senin gibi düşündü. Atatürk ecnebi doktorların getirilmesini önce reddetti. Celal Bayar Bey ısrar edince kabul etti. Fransız bir doktor geldi. Dinlenmesini istedi, ilaçlar verdi ama vazgeçilmez sonu değiştiremedi.
-Ölümünden önce hep İstanbul’da mıydı dede? Ankara’yı çok sevdiğini okumuştum.
-En son 19 Mayıs 1938’de Ankara stadyumunda çok sevdiği halkının karşısına çıktı. Deniz havası iyi gelir diye Haziran ayından itibaren Savarona yatında kalmaya başladı. Sıhhati iyice bozulunca Dolmabahçe’ye geri döndü. Doktorlar Ankara’ya gitmesine müsaade etmedi. Bu sıralarda da hep yurdunu düşündü. Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı ufukta gözükünce ve Hatay Cumhuriyeti o hayattayken kurulunca çok mutlu oldu.
-Atatürk birden mi öldü dede? Hiç mi bir şey yapılamadı?
-Ah yavrum doktorlar çok çabaladı. Eylül ayında şişen karnından su alındı. Gittikçe kötüleşti. Ekimde birkaç gün komada kaldı. Ölümünden iki gün evvel vaziyeti ciddileşti. O gün biz de birkaç arkadaş kapısının önündeydik. Aldığımız malumata göre midesi bulanıyor, istifra ediyormuş. İçimiz yanıyordu. Odasından çıkan bir arkadaş anlattı. Hasan Rıza Bey’e her nedense “Şimdi saat kaç?” diye birkaç kez sormuş. O da her soruşunda saatin yedi olduğunu söylemiş. O sırada Doktor Neşet Ömer gelmiş. “Dilinizi göreyim” demiş. Dilini yarıya kadar çıkarmış. Doktor “Biraz daha uzatın efendim” diye seslenmiş. Yanıtlamamış... Sonra...
Dedem birden sustu. Boğazı düğümlenmiş gibiydi. Konuşamıyordu. Yüzü kızarmıştı. Ona bir şey olacak diye korktum.
-Ne oldu dede?
diye endişeyle sordum. Yanındaki bardağa elini uzattı. Bir yudum su içip derin bir nefes aldı. Derken rengi kırmızıdan pembeye döndü. Donuk ela gözleri benim gözlerimi buldu.
-Oğlum! Atatürk son kez o zaman konuşmuş. “Ve aleyküm selam” diyerek gözlerini kapamış. Komaya girmiş. Mutad zevat ne demek istedi diye sonradan aralarında çok münakaşa etti. Yaverleri Salih Bey, Cevat Abbas Bey ve Genel Sekreter Hasan Rıza Bey, hasta insanın yarı komada söylediği son sözler olduğuna karar verdi.
-Dedeciğim sen ve arkadaşların hissetmiş miydiniz olacakları?
- Emrem, ilk göz ağrım... Arzu etmesem de o acı günü sana anlatmalıyım. O sabah erkenden kalkmıştım. Yüreğimde tarif edilmez bir acı vardı. Bilir misin İstanbul’un rutubetli havası adamın içine nasıl işler? Sarayın müştemilatındaki odamdan çıktığımda hem içim hem dışım titriyordu. Belki iyi bir haber alırım diye Ata’nın bulunduğu kata vardığımda, kapısının yakınında Aşçıbaşı Mehmet, Kütüphaneci Nurettin, Berber Mehmet ve Sofra Şefi İbrahim bekleşiyordu. Üzüntüyle beni karşıladılar. Birbirimize baktık, iyi bir havadis var mı diye fısıldaştık. O sıkıntılı havayı dağıtmak için her birimiz Ata’yla geçirdiğimiz anlardan bahsetmeye başladık. Ne güzel günlerdi... Mesela bir akşam Atatürk’ün meşhur sofrasında Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi konuşulurken Gazi yemektekilere “Hadi o şanlı anı tekrar yaşayalım” demiş. Şoförleriyle birlikte arabaları çağırmışlar. Biz de hemen onları almaya gittik. Rami sırtlarında yol alırken Atatürk’ün otomobilini ben kullanıyordum. Fatih’in İstanbul’a ilk geldiği yerde durduk. Arabadan inip çevreyi incelediler. Tekrar yola koyulduğumuzda topladıkları üzümleri at arabasıyla pazara götüren satıcılarla karşılaştık. Köylüler Atatürk’ü tanımamıştı. Atatürk onlarla tatlı tatlı sohbete başladı, derken üzümleri almak için çetin bir pazarlığa tutuştu. Köylüler bu iyi giyimli adamlar bizimle dalga geçiyor diye düşündüler herhalde. Atatürk bir yandan şakalaşırken bir yandan da köylülerin hesabı doğru yapıp yapmadıklarını ve yeni harfleri kullanıp kullanmadıklarını kontrol ediyordu. En sonunda üzümleri teslim edecekleri adresi bir kâğıda yazıp ellerine verince adamcağızlar çok şaşırdı.
Ben bunları kapının önünde uzun uzun anlatırken Sofra Şefi İbrahim de vakayı hatırladı, hikâyenin devamı olarak, mutfağın kapısına yığılan iki araba dolusu üzümü görünce nasıl hayret içinde kaldıklarını o günü tekrar yaşıyormuşçasına heyecanla nakletti.
-Dede, dede! Nasıl olur... Atatürk orada ölmek üzere siz üzümcüleri konuşuyorsunuz?
-Biraz sabırlı ol oğlum. Her şeyin bir sırası var,
derken dedemin sesinin yumuşaklığını hissettim. Beni ne çok sevdiğini hatırladım. O sert ve kararlı bakışların arkasındaki kişiyle başka büyüklerimden farklı bir bağ vardı aramızda. Her gün yaptığı uzun yürüyüşlerde bazen beni de yanına alırdı. Tek katlı evinin bahçesini sulamamama ve toprakla oynamama izin verirdi. Onun da Atatürk gibi aramızdan ayrılabileceğini düşündüm birden. İçim ürperdi. Soluklanmak için biraz duran dedem kaygımı hissetmişçesine uzanıp saçımı okşadı. Sakinleşiverdim.
-Belki bir gün sen de bu konuştuklarımızı kendi çocuklarına, torunlarına anlatırsın,
deyip devam etti.
-Nerede kalmıştık? Hah şimdi hatırladım. Bak oğlum! İnşallah Allah sana büyük acılar yaşatmaz. Ama şunu bil ki, ölüm anında bile hayat devam ediyor. Bu dünyadan göçüp gidenlerle bizi hatıralar bağlıyor. Sımsıkı düğümlüyor, kenetliyor. O gün sadece üzümcüyü konuşmadık. Aşçıbaşı Mehmet ile ansızın çıktığımız Kırşehir yolculuğunda, yine ben direksiyondayken, Atatürk’ün yanımıza kumanya alıp almadığımızı soruşunu, Mehmet’in nasıl telaşlandığını, almasaydı o gece karın üstünde ona kuru fasulye pilav yaptıracağını hatırladık. Böylelikle bu dünyadan göçmek üzere olan Ata'mıza bir başka duyguyla bağlanıverdik.
-Dede, dede, ne olur saat dokuzu beş geçeye gel...
-Tamam, tamam. Biz koridorda konuşurken Atatürk’ün yattığı odaya girip çıkanlar arttı. Doktorlar telaş içinde koşturmaya başladı. Biz odanın kapısına yanaştık, bir yandan da çıt çıkarmadan koridorun duvarına yaslanıp görünmemeye çalıştık. Kimsenin işine engel olmayalım dedik. Giren çıkandan dolayı Ata'nın odasının kapısı açık kalmıştı. O sessizliğin içinde birdenbire Doktor Mehmet Kâmil’in “Şimdi saat kaç?” diye soran titrek sesini işittik. Doktor Âkil Muhtar dokunaklı bir sesle “Saat dokuzu beş geçiyor” dedi. Göremedik ama konuşmalardan neler olduğunu idrak ettik. Ulusumuzun Ata’sı aramızdan ayrılmıştı. Ne uğursuz bir sessizlikti... Arkadaşlardan ağlamaya başlayanlar oldu. Genel Sekreter Hasan Rıza hıçkırarak Ata’nın yanına diz çöküp elini öptü. Arkasından İsmail Hakkı Tekçe. Biz kapının aralığından olanları izliyorduk. Bu sırada doktorlar Atatürk’ün gözlerini kapatıp, ipek bir mendille çenesini bağladılar. Bir zaman sonra içeriden Kılıç Ali’nin sesi duyuldu. Kapıda bekleyen bizleri içeriye çağırdı. Biz odaya girerken, yaverlerden Salih Bey iri gövdesiyle hızla dışarı çıktı. “Salih Bey, sakın bir iş etmeye kalkışma” diye bağrışmalar oldu arkasından.
-Dedeciğim, dedeciğim. Sen neler yaşamışsın da benim on üç yıldır hiç haberim olmamış bunlardan. Ne olur durma, biraz daha anlat.
-Bizler içeride yatanı rahatsız edecekmişçesine sessizce Atatürk’e yanaştık. Büyük bir keder içindeydik. Kimimiz onun elini öperken hıçkırıklarını tutamıyordu. Sıra bana gelmişti. O yakışıklı adam karşımdaydı. Gözleri, kaşları, saçları ayrı güzeldi. İnce uzun parmakları avucumun içindeydi. Sıcaklığını hissediyordum. Elini önce dudaklarıma, sonra başımın üzerine koydum. O birkaç saniye bana asırlar gibi uzun geldi. Kendime hâkim olamadım, gözlerimden yaşlar boşandı. Ona son bir kez bakıp, hızla odadan çıktım.
Dedem bir an durdu. Sanki büyük bir gürültü duymuş gibi kulak kabarttı ve devam etti.
-Uzaktan bir el silah sesi işittik. Alt kata doğru koştuk. Salih Bey yaverler odasına gitmiş ve tabancasını göğsüne sıkmıştı. Zaten çok önceden Atatürk ölürse hayatına son vermeyi aklına koymuştu. Onun çocukluk arkadaşı, nikâh şahidi, annesini toprağa verendi. Ata'nın amansız hastalığını öğrenince doktorlarla konuşmuş, vücudundaki en ölümcül yeri öğrenmişti. Kalbinin üzerinde ateş edeceği noktayı tentürdiyotla işaretlemişti. Ama işte öldürmeyen Allah öldürmemişti. Herhalde iri göğsü mermiyi yumuşatmış, kalbine girmesine izin vermemişti. Sesin geldiği odaya koştuk. Hemen arkamızdan gelen doktorlar ilk müdahaleyi yapıp onu hastaneye gönderdi.
Dedemin sesi titremeye başlamıştı. Heyecanlandığı çok belliydi. Onu biraz yatıştırmak için saygıyla mırıldandım:
-Dedeciğim seni üzmek istemezdim. Bana kimsenin bilmediği bu özel anları anlattığın için teşekkür ederim.
Sanırım söylediklerim çok fayda etmedi. Gözleri karşı duvarda asılı ahşap çerçeveli büyük fotoğrafa takıldı. Öylece dalıp gitti. Biraz bekledim.
-Sol baştaki Atatürk, diğerleri kim?
diye sordum. Sanki başka bir dünyadan konuşuyormuş gibi boğuk bir sesle yanıtladı:
-Sivas parti konağından çıkışta. En sağdaki ben, şoför Niyazi. Atatürk’ün sağında Başvekil Celal Bayar, sonra Ali Çetinkaya, en soldaki üniformalıysa Baş Yaver Celal Üner; beni muhafız alayındaki askerliğimden sonra işe alan Edirneli, suyun öte yakasından, hemşerimiz.
Sonra sustu. Fotoğrafta sıralanan diğer insanları ilk defa görüyormuş gibi incelemeye daldı. Artık ayrılma zamanı geldi mi diye düşünürken, hiç beklemediğim bir anda:
-Salih Bey’in yaptığı iş değildi. Kendini vurarak zamanı durduramazsın. Omuzlarımıza yüklenmiş daha çok işimiz vardı. Ben o günden sonra yirmi iki yıl daha vazife gördüm. İnönü ve Bayar’ın reisicumhurlukları esnasında şoförlüklerini yaptım. Birbirine düşman o iki insan aralarında çatıştı ama ikisi de her zaman bana güvendi. Canlarını emanet etti. Onun bunun adamı demediler. Ben de üzerime düşen vazifeyi layığıyla yaptım. Çocuklarımı Atatürk Cumhuriyetini yükseltmek için yetiştirdim. Şimdi sizler de aynı yolda ilerliyorsunuz. Gözündeki o güzel parıltıyı görüyorum.
Ne diyeceğimi bilemedim. Biraz sessiz kaldık. Birden bana döndü:
-Şimdi saat kaç?
diye sordu.
-Yedi buçuğa geliyor dede,
dedim. Lambalı eski radyosunun düğmesini çevirdi. Isınması için biraz bekledi.
-Artık ben ajansı alayım. Sen de okula marş marş! Ha, bugün 10 Kasım. Bahçeden birkaç kasımpatı almayı unutma, Ata'mızı ziyaret ettiğinde ikimiz için de sunarsın.
O sırada radyodan
-Dıııııt, dıııııııt, dııııııııt. Bugün 10 Kasım 1978, Cuma, saat 7:30, Demirbank hayırlı günler diler,
sözleri işitildi. Dedemin eline uzandım, kırışık ve yaşlılıktan beneklenmiş elini derin bir saygıyla öperken onda Atatürk’ün sıcaklığını hissettim. Elini alnıma götürdüm. Sonra da ceketimi giyip, okul yoluna koyuldum.
25.07.2021
Ankara
NOT: Dedem Niyazi Törüner emniyet görevlisidir ve 1930’larda Atatürk’ün şoförlüğünü yapmıştır. Daha sonra da İsmet İnönü ve Celal Bayar’ın şoförlüğünü sürdürmüştür. Yazıda aktardığım İstanbul ve Kırşehir anısı gerçektir. İleride bu anıların tamamını yayınlayacağım. Atatürk’ün hizmetlilerinin Kur’an’a el bastırıldığı, bildiklerini kimseyle paylaşmayacaklarına yemin ettikleri ve Atatürk’ün ölümünden sonra onun elinin öptüğü dedem tarafından bana aktarılmıştır.
Bu yazıyı çocukluğumda dedemin bana anlattıkları çerçevesinde kurguladım. Genel bilgiler için Kılıç Ali ve Hasan Rıza Soyak’ın anılarından faydalandım. Atatürk’ün hizmetlilerinin isimlerini Habertürk’te 06.11.2011 tarihinde Murat Bardakçı tarafından yazılan “Ata’nın Bayram Bahşişi Listesi” haberinden aldım.